15 Mayıs 2018 Salı

Canözüme...


28763324_1804359463203159_4277715726631960576_n
Onbeş şubat, bu yılki doğum günüm seni toprağa verdiğim gündü.

Bu aralar seni çok özlüyorum…

Son günlerde sürekli aklımdasın. Artık yüzümü o kocaman ellerinin ararsına alıp öpmeyeceksin, sonra kafamı göğsüne koyup “ohh ciğerim” demeyeceksin diye içim burkuluyor.

Bazen kendimi sorguluyordum. Nasıl bu kadar olgunlukla bu dünyadan göçmeni kabul etmiştim. Oysa sensizliğin derinliğini ilk kez kapımızın önünde kim bilir kaç cenazeye şahitlik eden dut ağacının altında yaşamıştım. Bir daha beni o dut ağacının altında yolcu etmeyecektin. O anda yaşadığım boşluğun farkına varmıştım. Artık bende öksüz kalmıştım…

Yüzünün bütün detayları aklımdan süzülüveriyor. O çakır gözlerindeki çocukça ifade. Farkında olmadan gözlerimden yaşlar boşalıyor. Ama bu başka türlü bir şey… Bu duygu; özlem, sevgi, pişmanlık… Öyle bir his ki bunu yaşamayı seviyorum. Sanki seninle bağlarımızın anahtarıymış gibi. İçinden geçtikçe daha çok şey öğreneceğim. Kaçmak değil, yaşamak, hissetmek istediğim bir şey.

Geçen zamanlarda rüyamda seni gördüm. Uzanmıştın o çok sevdiğin toprağa, Üzerinde her zamanki gibi çift cepli oduncu gömleğin. Sen bir ömür boyu, kimliğinle birlikte bütün servetini sol cebine sığdıranlardandın.
Bense yanında çalı çırpı topluyordum. Döndüm, bana bakıyordun. Gülümsedim sana, babacığım dedim. Eğildim üstüne sonra beni öptün, ohh ciğerim dedin ve öldün... Fırladım yataktan, ben seninle çok defalar vedalaştım sanıyordum. Oysa son vedamıza rüyalarım rehberlik etmişti… İçimde bir suçluluk belirdi belki gelseydim sana yetişebilirdim diye.

Başka bir günde salonun ortasında daire şeklinde oturmuşuz. Bağlama eşliğinde sana “sarı gelin” türküsünü söyledim. O kadar gür ve güzel bir sesti ki, kendim bile bu sesin benden çıkmasına inanamıyordum. Sonra kalktım ve ortadan geçmek için hamle yaptım. Bana geçme diyen gözlerle baktın. Döndüm ortaya baktım. Sofra toplanmıştı ve yeri süpürülmeden oraya basmamı istemiyorsun diye düşündüm… Çünkü sen yediğimiz nimete basmamayı, bastığımız yerlere dökmemeyi bize öğretmiştin… “Yediğiniz nimeti ayağınızın altına alırsanız yaradan rızkınızı keser” derdin. Uyandım acaba babam bana ne mesaj vermek istiyor diye akıl yürütmeye başladım. Düşündüm uzun uzun her aklıma geldikçe…

Geçen derste hocamın söylediği sözler sanki işaret gibiydi. “ÖZEN” çünkü bende her fani gibi bazen gerekli özenden uzaklaşıyordum. Tamda bu noktada acaba “babam bana ne demek istedi” diye o başucu kitabıma bakma zamanıydı.
Ne dersin babacığım; arkamdan Evrim’i üzmeyin ona kimse bir şey demesin demişsin ya, ben seni üzmüş, gerekli özeni göstermemiş olabilir miyim?
Biliyor musun? Öykü’ün (minik ejderham) öfkelendiği zamanlarda gözlerinde aynı sen varsın. O anda kilitleniyorum o bakışlara son zamanlarda aniden gelen öfke hallerin aklıma geliyor… Sanki giderken ruhunu ona bırakmışsın. Öyle derin ve anlamlı ki aynı senmişsin gibi ona sımsıkı sarılmak istiyorum.

Sen küçük bardakta demli çay içmeyi severdin. Başka bardakta içemezdin. Üniversitede yıllarımda ilk kez İstanbul’a gelmiştin. Vizelerim vardı ve arkadaşımda yemek yemiştik. Hiç unutmam, Özge sana çay ikram ettiğinde ikinci bardak çayı içmedin. Sonradan anımsadım ki babam büyük bardakta çay içemezdi. Sen gitmiştin ama ben hemen gidip küçük çay bardakları almıştım. Babam bir daha gelirse keyifle çayını yudumlasın diye… Oysa senin yanında geçirdiğim ergenlik yıllarımda çayı çok güzel demlediğimi söyleyip hep benim demlememi isterdin. O çocuk aklımla artık bıkmıştım çay demlemekten…

Bugün senin için, sana yakın olmak için kendime çay demledim. O sevdiğin bardakta sevdiğin tada yakın olsun diye içine bir tutamda şeker attım.

Karıştırdım…

Aynı senin gibi kaşığı çıkarmadan işaret parmağımla orta parmağımın arasına aldım.
Sonra balkona çıktım ve sırtımı duvara dayadım. Çünkü sen sırtını bir yere yaslamadan oturmayı sevmezdin.

Bacak bacak üstüne attım.

Bir yudum, sonra bir yudum daha… uzun uzun baktım gözümün görebildiği en uzak noktaya
Aklıma geldi birden sen arada bir “ hey vahh heyy” derdin. Ama büyük bir acının serzenişiymiş gibi söyleyemedim. Söylemek istemedim babacığım…
Sonra beni duyduğunu hissederek sana seslendim. “ baba seni çok özledim” çünkü artık biliyordum ki özlemin yolu SEVGİden geçiyordu…


Özledim seni canözüm…

8 Şubat 2018 Perşembe

“Hizmet et ki insan olasın” “Hizmet et ki kul olasın”

Foto: D. Üzer




“Hizmet et ki insan olasın”
“Hizmet et ki kul olasın”

Bizim dedeler bu sözü çok söylerler. Kanımca çokça da derin anlamlar yüklüdür.
Bu aralar bu söz sürekli tekrarlanıyor kafamın için de bir yerlerde… çünkü öfkeliyim, kızgınım, kırgınım bir çok insana ve en önemlisi kendime;
Hep bu sözü düşünüyorum. Düşündükçe aklımın bir köşesinde, kalbimin derinlerin de bir yerlerde beliren … öyle derinden öyle içten bir ses;
 “bir şey sana kendini veya başka bir şeyi hatırlatıyorsa o zaman daha yakından bakmalı daha yakından dinlemelisin”
Bu söz tamda değersizliklerimi bir değere taşımak için çaba sarf etmem gerektiğini hatırlatıyordu bana…Aynı yoga gibiydi; daha derinden daha yavaş…
Kendimi çok değersiz, basit, sevilmeyen bir varlık gibi hissettiğim bir süreci daha yarılamaya başladım. Yazmaya karar verdim. Belki birileri dokunuşuyla görmediğim bir noktaya beni taşırdı.
Ben Alevi’yim; 1993-95 yıllarında Erzurum’da yaşadık. Sonrasında Kayseri… O zamanlar ablam bizi korumak adına mezhebimizi söylemememizi sıkı sıkı tembihlemişti. Ama herkes Tunceli’li olduğumuzu duyunca (zaten pekte gizlemeyi beceremem) tabi ki anlıyordu. On yedi yaşında ve köyde geçirdiğim yaşam deneyimiyle biraz safça bir yapıya sahiptim. O ana kadar güvenli alanımın dışına çıkmamıştım. Yanında çalıştığım patronumun (altmış yaşlarında) bana; siz Aleviler cinsel ilişkiden sora banyo yapıyor musunuz? Sorusunun bir taciz olduğunu uzun yıllar sonra anlamıştım.
Daha cinsel ilişki nedir tam bilmiyordum. Ama herkes gibi bizde banyo yapıyorduk. Hatta annelerimiz son üç tas suyu dualar (Hızır seni korusun) ederek tepemizden dökerdi.
Hayatımın devamında;
Mum söndü yapıyormuşsunuz, nasıl- öylemi? ( hayır biz kirvelik - sağdıçlık bağı kurduğumuz insanlarla bile birkaç göbek evlenmiyoruz.)
Bizim bir alevi komşumuz vardı çok iyiydi… sanırım geri kalanlar kötüydü.
Yedi tane alevi öldüren cennete gidiyormuş? Olur tabi…
Aleviler’in elinden bir şey yenmez diye devam eden…
Bu liste uzayıp gitti yıllarca. Ben hep BİZİ- BEN’i ALEVİ olmayı anlatmaya, kendimizi sevdirmeye çalıştım da çalıştım. Sonra?
Yoruldum
Durdum-düşündüm.
Okudum-anladım.
Anladım ki herkes benim kadar değerli, bende herkes kadar özeldim.
Kimseye kendimi anlatmam gerekmiyordu. Beni kabul etmek istemeyen insanlar her türlü uzak kalmalıydılar ve bu benim için en iyisiydi.
Uzaktan baktım, ve İNSAN olmanın, KUL olmanın ne kadar önemli olduğunu gördüm.
Şimdilerde bu dışlanmışlık hissiyle, kabul görmeyeceğimi hissettiğim ortamlarda hep alevi olduğumu özellikle söyleme isteği duyuyorum. Bana sorulan sorulara tebessümle gülümseyerek; sizi anlıyorum ama siz orada iyisiniz bende burada diye ardımda bırakıyorum. Kendi alanıma o insanları sokmak istemiyorum. Çünkü bu insanlar aslında sadece beni değil Çingene, Ermeni, Hıristiyan, Yahudi, Kürt… kimseyi sevmiyorlardı. Bütün yaşadıklarım içinden geçtiğim deneyimlerdi ama daha fazlasına katlanmak kendime haksızlık gibi geliyordu.

Bugün yine aklımdan bütün bunlara cevap verirken  size yazmaya başladım. Kendimizi birilerine yakın hissetmek bana- BİZ’e iyi gelir … yıllar sonra başka başka güzel kalpli insanlar hayatıma girdi. Bir gün sevgili Defne’nin “ Genç dostuma Madımak ile ilgili bir mektup”unu okudum.

 

Çok etkilenmiştim. Hayatta kim olduğumuzu umursamadan bizi seven insanlar vardı. Sadece bir can-insan olduğumuz için önemseyen birileri vardı. Hayatımda böyle insanlar hep vardı aslında ama ben başkaları da iyi insan olduğumuzu- iyi kullar olduğumuzu anlasın istemiştim.

Geçen hafta David’in eğitimi benim çok savrulduğum bir sürece denk geldi. Bildiğim şeylerin içinde bile dalgalanıp durdum. Zaten İngilizce’de bilmiyordum. Herkes akıllı zehir gibi ben neden yapamıyordum neden öğrenemiyordum. Sevilmeye kabul görmeye o kadar ihtiyaç duymuştum ki rüyamda iki farklı arkadaşım bana sarılıp beni sevdiğini söylediler. Sanırım bu duygumu tetikleyen anne baba’mın geçmişte arada birde olsa beni başkalarının çocuklarıyla kıyaslamasıydı?

 

Dün atikranta yaparken dönmeye çalıştım. Tabi ki dönemedim ve kaldım, düştüm, nefes aldım, kendime güldüm, sonra üç yıl önce padmasana’da oturamayan halim aklıma geldi. Evet oluyor sevgili sanga yeterki vazgeçmeyelim. Hayatımıza güzel kalpli insanlar ve sevdiğimiz her şey daha derinden bir doku gibi yayılıyordu. Tamda bu noktada Yoga’ya daha derinden sarılmak içimden geldi.Çünkü yoga yaptığım zamanlarda içimdeki iyi olana, insan tarafıma yaklaşıyordum. Hissettiğim tatmin bambaşka bir şeydi, sanki göçebelikten yerleşik hayata geçmek gibi…öyle derin öyle tatlı

 

Sonunda selam verirken belki de hayatımda ilk defa kalpten; ayaklarıma teşekkür ettim. Şükrettim. Zira ayaklarımı pek beğenmem geri kalanına girersek hiç çıkamayız…

Aklıma bir anekdot geldi;

Şenay kardeşim Dilek’e sormuş çok benziyorsun Evrim’in kardeşi misin?

Evet, Defne’ye söyledin mi? Hayır.

Ama bana verdiği cevap süperdi. Abla hiç anlamadıysa ayaklarımdan anlamıştır. Böyle ayaklar bizim aileden başka kimsede yok.:)

Hızır-ınız – huzur-unuz bol olsun.

 

Sevgiler….


6 Temmuz 2017 Perşembe

Evrim III, 12.gün - Kaç tane BEN var bu bedende?

Foto: Dersim-Tunceli

Bu aralar yine her şey zor gelmeye başlamış. Sorular-hesaplaşmalar, kendimi sorgulama halleri beni yoruyor… Kaç tane BEN var bu bedende? Hepsi kendi rüştünü ispat etmek için olağan dışı bir çaba harcıyor. Niyeyse kendimle barışmalarım kısacık zamanlara sığıyor. Yapmak isteyip de yapamadıklarıma daha çok odaklanıyorum. Kabullenmek sanki benim yumuşak karnımı keşfetmemi sağlayacak. İstediğim bu değil mi? Ah bu kafa karışıklığı…. Sabahları uyumak istemediğim halde kalkmamak için direnmek.

* Neden her şeyi yarım bırakıyorum, çok mu maymun iştahlıyım ben?
* Niye bana iyi geleceğinden emin olduğum şeylere (yoga pratiği) direnç gösteriyorum. Yeterince çaba sarf etmiyorum diye kendime şiddet uyguluyorum. Hani ahimsa=şiddetsizlik ilkesi nerede?

Kendimi; Schopas’ın (4. y.y. heykeltıraşı) dans eden Menad’ı gibi hissediyorum. Heykelde hareketlenen saçlar yüzünü kapatır. Benliğimi sarmalayan perdelerin-gölgelerin içinde kaybolmuşum sanki. Dağılmış  zihnim ve bedenim arasındaki bu çatışmalar bu duruma çok uyumlu gözüküyor. Yıllar önce Elif Tül Tulunay; “4. Yüzyıl heykelleri şans gibidir. Şans bir kere önünüzden geçer saçlarından yakaladınız yakaladınız yoksa bir daha aynı şans önünüzden geçmez” demişti.
Bende yogayı hayatımda şans olarak görenlerdenim. Ama dinamiğimi kaybetmek bazen çok sarsıcı oluyor ve toparlamakta zorlanıyorum. İçimde ki ses bazen zayıf çıksa da devam diyor…

Bütün bu kargaşanın içinde yoga sonrası padmasana’da oturuyorum.
Sankalpa; niyet ettim derinleşmeye… Madem bir içe dönüş yolculuğuna adım attım daha yakından bakmalıyım kendime! Perdelerimi biraz aralamak gerek. Gözlerim kapalı bir süre sessizce oturuyorum. Sonra bir siluet beliriyor.
* Birinci ben namaste halinde öylece duruyor. Can, gölge ve ruh…
* İkinci ben çok hareketli,  hiç durmadan sürekli oraya buraya koşturuyor. Gördüklerim karşısında şaşkınım. Nasıl inanılmaz bir hızda hareket ediyor ve hiçbir şey sonuçlanmıyor. Sanki hep bir yarım kalma hali…
Yeni yürümeye başlamış, hiç durmayan bir çocuk misali
Bir süre sonra yeni  * üçüncü Evrim beliriyor. İnanılmaz dominant, sağlam bir duruşu var. Göremiyorum bedeni dışında ona dair hiç bir şeyini. Öylece ortada duruyor ve bakıyor. Onu çok iyi tanıyan bir halim var. Delici bakışlara sahip.  Duruşunda bir kararlılık var ama neyin kararlılığı çözemiyorum.
Bir süre sonra, ikinci Evrim bir köşeye geçip cenin gibi kıvrılarak, çocuk misali sessizce uykuya dalıyor. Onun yokluğu üç’ü daha iyi görmemi sağlıyor. Ama hala o taviz vermeyen robot hali…

O zaman padmasana da oturan Evrim anlıyorum ki; bizim ortak noktamız aynı bedende ikamet etmek. Onda birleşiyoruz. Evet farklıyız ama bu bedendeki varlığımız bizi tamamlıyor. Hiç birimizin yaptığı şeyden öteki ne tam olarak sorumlu nede bağımsız. Öyle bağlarla bağlıyız ki birbirimize yolculuğumuzda yollarımız hep kesişiyor.

Bu yolculuk hiç yalnız geçmeyecekse  uyumu da yakalamak gerek. Oturan BEN o rahatsızlığın içinde kaldıkça kendimi ve ötekileri biraz daha anlıyor, yakınlaşıyorum.  Bütün bunları düşününce aklıma gelen şey Sezen Aksu “Kolay olmayacak elbet üzüleceğiz.” Gerçekten her şey zor muydu yada öyle mi olmalıydı? Dinlemekten zarar gelmez:) OMmm

https://www.youtube.com/watch?v=WMk0wKTKGhk

21 Haziran 2017 Çarşamba

Festina lente; yavaşça acele et...


Foto: Emek gazetesi
#28günyoga 
İnternet ve zaman sorunu nedeniyle parmaklarım bu klavyeye dokunmayalı 18 gün olmuş. Güzel bir yolculuğun koşturmacası içinde kaybolmuş bir Evrim vardı. Tunceli’den Erzincan’a gelirken bambaşka bir duyguyla sarmalanan benliğim bana sessizce fısıldıyor; Festina lente… Latince; “yavaşça acele et” demekmiş. Hız insanı kendinden uzaklaştırır, yavaşlık kendine yaklaştırır anlamına geliyor. Hümanizmin öncülerinden Felsefeci-Filozof Erasmus, sevdiği bu sözün her kurumun veya evin girişine asılması gerektiğini söylermiş. Son bir yıldır hatırlamaya-hatırlatmaya çalışıyorum.

21 tünel-CİK ile devam eden Tunceli-Erzincan karayolunda ki kanyonları andıran görüntü karşısında müzik dinlemek bile gereksiz bir fazlalık gibi hissettiriyor. Bu yolculuk sayesinde  geçirdiğim zamanı düşünme fırsatı buluyorum. Bu defa biraz daha sakinim. Sadece işe değil karşımdaki insanlara odaklı bir süreç geçirmiş olmak benim için inanılmaz bir yenilik. Öykü (15 aylık yeğenim); “ben ona minik ejderha diyorum, gündüzleri tatlı bir şempanze, minik bir kedi geceleri bizi ateş topuna çeviren bir ejderhaJ ”  ne ile uğraşırsam uğraşayım onun isteklerine hemen cevap vermem konusunda inanılmaz bir önceliğe sahip. Oysa bu aralar hayatta ne olursa olsun asıl önceliğimin kendim olduğuna inandırma çabasıyla devam eden bir süreçteydim … Sanki bunu başarırsam hayatta ki yerim sağlamlaşmış olacak. Gerçekten buna inanıyor muyum? O zaman neden bu kadar zorlanıyorum?

Bu yolculuğu kendi rutinime engel olarak görmektense onun içinde kendime zaman ayırmayı öğreniyorum. Sanki bu şehirde dağılan parçalarımı toplamaya gelmişim. . Büyüdüğüm topraklar bana iyi geliyor, kendimi tanımamda boşlukları dolduruyor sanki… Bir parça da agresif tarafımla yüzleşiyorum. Acaba bu sert tarafımı besleyen duygu memleketimin geçmişten gelen mücadeleci ve kendini koruma güdüsüyle beslenen özgürlük mücadelesi mi? Sanki el değmemiş bir zamanın içindeyim ve onu şekillendirmek benim görevim. Bir şenlik halini alan #28günyoga ile ilgili yazılanları hem merak ediyorum hem de etmiyorum. Bu kendi halinde olma süreci benim en önemli yoga pratiğim halini almış. Ruhum biraz daha yumuşamış sanki ama bedenimle barışma yolundaki adımların çok başındaydım, bana uymayan fazlalıklarımdan arınıyor gibiyim.
Akşama doğru kana kana yoga yapmak isterken buluyorum kendimi. Samapada’da bir mutluluk çemberi sarıyor beni. Serinin devamında oyuncu zihnim sendeleyip, ne yapacaktım-bundan sonra ne geliyordu diye sarsınca? O zaman farkına varıyorum ki her halimizle varoluşu temsil ediyoruz. Belki de kendimize en çok güvendiğimiz zamanlar en zayıf anlarımız dır!!! 

3 Haziran 2017 Cumartesi

Tüm kusurlarım affola :)



Foto: Gönül bağımıza gelsin:)
#28günyoga’nın altıncı günü

Şimdi den yazdım sabah fırsatım olmayabilir diye, hem saat 01.45
Şimdi size desem ki bu yoga günlüğünde birimiz başlamadan bayrağı öbürü devralıyor.:)

Can özüm Fatma’nın Ekvador’dan gelen güzel sesine cevap vermeden durabilir miyim? İçimde muhteşem duygularla yazıyorum bu satırları. Çünkü kendimi, inandığım ve güç aldığım bir çemberin parçası gibi hissetmek sanki varoluş sebebi gibi… Herkes o kadar içten ve sıcak ki, bana içinde bulunduğumuz bahar mevsimini hatırlatıyor. Tenimi yalayıp geçen tatlı bir esinti gibisiniz.

Yoga pratiğimi yapamadığım için valizimi kaptığım gibi kendimi attım yollara, şu anda Ankara’dan yazıyorum. İstikamet Tunceli, Defne’nin de her zaman hatırlattığı gibi yolculuk ve hız vatayı coşturduğu için olsa gerek bu satırları yazarken bile kelimeler o kadar hızlı uçuşuyor ki zihnimde ne desem, nasıl anlatsam hiç bilemiyorum. İçi hava dolu balon gibiyim, kaygılanıyorum acaba duygularımı yeterince iyi ifade edebilir miyim diye. Arada verdiğim küçük molalarda sizleri bir parça takip etmek bile enerjimin yükselmesi için yeterli oluyor. Son zamanlarda ki sızlanma sebebim olan sol dizim ve sırtımda ki ağrılar benim kaytarmalarıma bahane olmuştu. Bir yanım kendime şefkatle yaklaşmamı salık verirken öbür yanım bahanelere sığınmaktan vazgeç diyordu. 

Tam da bu süreçte sevgili Pınar’ın başlattığı bu güzel çağrı benim için bir toparlanma gibi oldu. Hakikaten birlik-bütünlük bu olmalı diye düşündüm. Ne güzel bir şeydir birilerinin minik bir dokunuşla duygularımızı değiştirebilmesi. Kartopu misali yuvarlanıp büyüyerek yolculuğumuza devam ediyoruz. Ben iki gün daha yoga pratiğim ile ilgili duygularımı paylaşamam sizlerle ama gittiğim her yerde kalbime yerleşen bu güzel birliğe, gönülden inanarak devam edeceğim. İnternet konusu biraz sıkıntılı olabilir ama benim yerime de yazmaya devam edin. Hadi ben biraz uyuyayım yarın yollar yine beni bekler. J Kocaman sevgiler… #yaşasın 28 gün yoga

Şehirler–Sokaklar–İnsanlar

Foto: EK "Ayasofya" 

En çok şehirlerin sokaklarını umarsızca hesapsızca gezmeyi severim. Nereye gideceğimi düşünmeden, plan yapmadan. Sanki bu şehirlerin doğası ve sokakları bana insanlarını anlatır. Her şey ayrı bir dokunuştur. Kaldırımlar, sokaklar, binalar, bambaşka pencerelerden hayata-insana bakmak sanki …  

Trabzon’dayım, 3 gün sonra nihayet kendimi sokağa attım. Kulağımda Aytekin Ataş’ın Gitsen de şarkısı;  "Yollar nereye götürecek seni” diyor. Kendisini pek severim aynı toprağın insanı olmaktan mı bilmiyorum.
Yolculuğum sırasında bir yanı dağlarla çevrili, fırça darbelerini andıran yeşillikler. Diğer yanda ise uçsuz bucaksız Karadeniz’in hakim olduğu sahil yolunda ilerlerken ne kadar muhteşem diye düşünmüştüm. Sabah güneşi gözlerimden kalbime süzülürken bana fısıldıyordu sanki; uyan! bu güzelliği kaçırmamalısın diye… Fakat Karadeniz hakikaten şahsına münhasır şekilde KARA bir denizmiş. Gidenler bilirler Ege ve Akdeniz’in mavisi, gökyüzünün mavisi ile kavuşan iki sevgiliyi andırır. Bakmaya doyamazsınız en kasvetli ruh bile yumuşayıp şair olabilir.:)

Şehirde az da olsa eski Rum binaları hala bulunmakta. Bazı sokaklardaki Arnavut kaldırımları kendini korumuş.  Üstünde yürürken acaba kaç nesil tanıklık etmiştir diye düşünmeden edemiyorum. Öyle bir his ki yumuşak bir tene, sevdiğim birine dokunur gibi yürüyorum. 
Devam ediyorum yoluma sahile inmek gerek. Deniz hep keyif – huzur-sonsuzluk karışımı bir duygu verir bana. İçimde ki bu deniz aşkı nereden geliyor ben bile şaşırıyorum.
Yürüyerek sahile iniyorum. Uçsuz bucaksız denize bakarken yarattığı sonsuzluk duygusu muhteşem hissettiriyor insana… kıyıya yakın sular çok bulanık ve balçık kokusu yayılıyor etrafa. İnsanın yaşadığı her yer kirlenmeye mahkum diye düşünmeden edemiyorum.

Hırçınlığıyla anılan Karadeniz’e bakarken; dağlar ve deniz ararsında sıkışmış bu coğrafya da yaşayan insanoğlunun doğasını anlamaya çalışıyorum. O sıkışmışlık hissinin etkisi şehrin insanına da yansımış sanki... En ufak bir şeye karşı hemen bir (bazen saldırganlığa varan) savunma hali.  
Kendi doğasındaki bu dalgalanmayı denizin heybetine bağlayarak övünç kaynağı olarak görmeleri beni düşündürüyor. Acaba bu durum; kendi halinden memnun olduğundan mı yoksa memnuniyetsizliğini savunma ihtiyacından mı bu insanlarda?…

Bu sıkışmışlık hissi ve övündükleri mizaçları onlar için çok yorucu olsa gerek. Hırçın ve dalgalı mizaçları için hiç düşündüler mi acaba? Koca dalgaların kıyıya vururken parçalanarak minik su damlalarına dönüşmesi gibi insanoğlu da sürekli değişiyor-parçalanıyor-dönüşüyor.
Aslında hepimiz hayatımızın bir dönemi parçalara ayrılıyoruz. Ama önemli olan hikayemizi doğru tamamlamak. Bu kentin insanının işi zor olsa gerek. Havanın sürükleyici haliyle suyu harekete geçirdiğini var sayarsak. Arada bir lodosa maruz kaldığımda dengemi yitirdiğimi düşününce bu insanlar için hayat zor olmalı… Tabi ki bu hallerinden memnun olmalarını saymazsak.
Ama aşırı memnuniyet bizi hatalara sürükler. Göremeyiz başka güzellikleri, narsizm; başkaları ile aramıza kalın duvarlar örer ve biz sadece kayıplarımızdan dolayı haklı nedenler bulmaya çalışarak tükeniriz bazen…

Yıllar sonra bu şehrin sokaklarını tek başıma dolaşırken aklımda kalbimde sadece bir boşluk, sanki hiç bir şey hissetmiyorum. Oysa ben bu şehirde iki insanı arkamda bıraktım. Acı çekmiştim, yada acı olduğunu sanmıştım. Şimdilerde aklıma gelince olması gereken buymuş diyerek kabullenip yoluma devam ediyorum. Eskiden olsa tutamazdım kendimi, o boşluğu doldurma çabasıyla insanları aramak isterdim. Şimdilerde içimde özlemin anlamı değişiyor kulak veriyorum kendime. Kendi eksik parçalarımı başkalarında tamamlamanın bir kandırmaca dan ibaret olduğunu biliyorum.
Değişimin adı bu olsa gerek, yaşadıklarımızla, korkularımızla büyüyoruz. Aklıma eski bir hocamın sözleri geliyor” su akar yatağını bulur.”

Duygularımın yoğunluğuyla tamda istediğim gibi sokak arasındaki Bahçe Kafe’ye oturuyorum. Sağ tarafımda 1889’lu yıllarda Mühendis Kakudilis tarafından yapılmış Rum binası, bütün gücü ve heybetiyle zamana meydan okuyor.Türkiye’de kurulan ilk erkek öğretmen okullarından biri olduğunu sonradan öğreniyorum.  İçimde tatlı bir kıskançlık; biz faniler zamandan çaresizce şikayet ederken bu bina ne çok insana, değişime tanıklık etmiştir kim bilir? 
Sessizce iki bina arasından denize bakarken kalemimin ucunda kelimeler dans ediyor. Farid Farjat kemanıyla bu güzel ana eşlik ediyor sanki… Yalnız oturmanın böyle bir güzelliği var her detayı inceleyebiliyorsunuz-kulak veriyorsunuz kendinize. Bu kafenin profili daha farklı yerel kimlikten biraz uzak baktığınızda hemen fark ediliyor. Yan masada 50-55 yaşlarında bir grup insan KATÜ’de mimarlık okumuşlar. Eski anıları tanıdık bir ses gibi geliyor kulağıma; Zamanın hızlı tükendiğinden bahseder olduk sürekli, şimdi başkalarını dinlerken hepimizin ortak kaygısı olduğunu düşünüyorum.

Yine bir yol serüveni öncesi:)
Sevgilerimle...


14 Mayıs 2017 Pazar

Anne'me;


Bazen üzülerek bazen de öfkelenerek neden her şeye veya herkese dair bir şeyler yazıyorum da  anneme dair yazamıyorum diye sorguluyorum kendimi… Oysa artık kendime kızmayı bırakmaya karar vermemiş miydim ben?
Annem!!! Son iki yıldır sevgisini bile bir ızdırap gibi ruhumda taşıdığımı fark ettiğim hayatımın amazon kadını. Biliyorum bu inanılmaz bir çelişkiydi. Bir insanın sevgisi nasıl yük olurdu bir başkasına bir türlü akıl erdiremiyordum. İçten içe sahip olduğu olgunluk ve güç beni kıskandırıyor muydu acaba?
Çok seviyor, seviliyor olmak da bizi prangalarla bağlıyor olabilir miydi?…

Yaşadığı çemberin içinde sürekli susan, çok çalışan, acıya katlanan olduğu için kızdığım kadın. Kendince iyiliğimi düşündüğü için her defasında çemberimi daraltıyordum. Suskunluğunu acizliğinden değil de gücünden aldığını şimdilerde öğreniyordum. Çünkü; söz gümüş ise, sükut altındı.  

İyi de o zaman neden bu kadar öfkeliydim?

Sorunlarımla kendim başa çıkabilirim. Ben akıllıyım, en doğrusunu yaparım diye çırpınıyordum. Oysa düştüğümde, acı çektiğimde ağzımdan çıkan ilk kelime, “anneciğim” oluyordu. Bu bir sınav mıydı? O zaman ben bütünlemeye kalmıştım bile…
Limitsiz bir kredi harcıyordum, ta ki annem bana “ sen beni çok üzüyorsun” diyene kadar. Bütün perdeler kapandı. Öfke dansım başladı nasıl bana bunu söylemişti. Oysa ben onun iyiliği için diye başlayan, artık karışmıyorum diyen bir ses yükseldi bütün benliğimde.
Annem benim elime; dört kelimeden oluşan bir cümle ile meşaleyi tutuşturmuştu. “ Sen beni çok üzüyorsun”. O savunduğum “ yüzleşmediğimiz sürece aynı sorunlar sürekli büyüyerek tekrarlar” tezi avucumun içindeydi ve bununla nasıl başa çıkabilirim, hiçbir fikrim yoktu.

Neydi peki? Okuldaki öğretmeni, sokaktaki insanı, işteki patronumu tolere ediyordum da annemi neden etmiyordum. Niye onunla güzel konuşmayı beceremiyordum. Oysa o kadar da çaba harcıyordu. Anne ben yoga yapacağım bir saat dediğimde; <ki yogaya dair fikri olmamasına rağmen> tabi ki kızım sen işine bak, ihmal etme diyen bir inceliğe sahipti. Onun için önemli olan, bunu benim yapmayı istiyor olmamdı.

* İstiyordum ki annem sadece söylemek istediğim şeyleri dinlesin. Kontrolüm dışındaki sınırlara çıkmasın.
* İstemeyi öğrensin, başkaları istemediği halde onlar için paralamasın kendini.
* Değerli olduğunu hissetsin vs. diye devam eden koca bir liste vardı.
Fark ettim ki benim annem için istediğim şeyleri o da benim için istiyordu. Aslında ben kendimi kabullenmekte zorlanıyordum. Katlanamadığım içimde ki BEN’ di. Sorunun kaynağı kadar çözümü de burada göğsümün tam ortasında duruyordu.

Son yıllarda görüyordum ki neredeyse bütün kadınların anneleri ile sorunları vardı. Sadece farkına varmak ve kabul etmek zordu-zaman istiyordu. Oysa ben kendimi yalnız sanıyordum. Göbek bağıyla beslendiğimiz biriyle bu kadar kavgalı olmak nasıl bir adaletsizlikti. Ayaklarını yere vuran çocuklar misali kabul görmek isterken onun deneyimlerine nasıl da kulaklarımı tıkamıştım. Oysa şimdilerde öğreniyordum ki hayat deneyimlerden ibaretti ve ders almadığımız sürece sürekli daha büyük yüzleşmelere gebeydi.

Kendi annem dahil, bütün anneler bana bir parça acıyorlardı anne olmadığım için. O eşsiz duyguyu ben de tatmalıydım. Bir zamanlar ben de bunu düşünmüştüm ama artık benim için kulağımda çalan tatlı bir melodi- güzel bir hikayeydi ve ben bu eşsiz tadı onlar gibi ölümsüzlük olarak görmüyordum. Elbette ki onlar için eşsizdi kabul ediyordum. Ama bu hayatta hepimiz zaten ilişki halindeydik ve bu hal kişilere göre değişiyordu sadece…

Kimse bilmiyordu ki ben çok şanslıydım. Her anneler günü o ses her nerede olursam olayım bana ulaşıyordu. “ Benim küçük annem anneler günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum.” Gökkuşağının en güzel renkleri hayatıma yayılırken bundan daha büyük bir saadet var mıydı? Ben hep biliyordum ki seviliyorum, seviyorum gerisini sorgulamak nafile bir çabaydı.


Artık benim de anneme söyleyeceklerim vardı; anneciğim sana yürek dolusu bir özür borçluyum. Kendi benliğimi ispatlama çabasıyla sürekli seni hırpaladığım için özür dilerim. Her zaman haklı olmayabilirsin ama bu bana seni yaralama hakkı vermiyor. Her şeyden önemlisi bugün bu satırları yazacak cesareti buluyorsam, benliğimi sorguluyorsam bu senin eserin. Anneler günün kutlu olsun. Seni çok seviyorum…